Sultan Mahmud’a iletişimcibaşı olsaydınız…
Yazıyı Linkedin'de görüntülemek ve haftalık yayınlanan bültenimize abone olmak için tıklayın.
İletişim eğitimlerinde sık sık başvurulan bir uygulamadır. Katılımcılara yaşanmış veya yaşanması muhtemel, ‘örnek vaka’ mahiyetinde bir kriz senaryosu sunulur ve ardından böyle bir durumda kendileri olsa ne yapacakları ya da ne tavsiye edecekleri sorulur. Bir nevi kriz tatbikatı yapılmış olur.,
Biz de şimdi öyle bir tatbikat yapalım. Örnek vakamızı ise tarihten, meşhur Lale Devrinden alalım.
Avusturya ile yapılan Pasarofça Antlaşmasıyla başlayıp, 1730’da çıkan Patrona Halil İsyanı ile sona eren Lale Devri, her şeyden önce eğlencesi, şaşaası, debdebesi ise bilinip hatırlanır -ki öyledir!- ancak aynı zamanda Osmanlı’nın şiir ve mimaride en parlak eserlerinden bazılarını verdiği bir barış dönemidir.
III. Ahmed’in hükmettiği bu devir, deyim yerindeyse Osmanlı medeniyetinin incelip saçaklandığı bir zaman dilimidir. İbrahim Müteferrika ilk matbaayı bu dönemde açmış, bununla da yetinmeyip bir de ‘tercüme heyeti’ oluşturmuştur. Yine bu dönemde artan ihtiyacı karşılamak üzere bir kağıt fabrikası açılmış, ilk çiçek aşısı uygulaması yapılmış, İstanbul’un ezelimeselesi olan yangınlarla baş etmek üzere ilk tulumbacı teşkilatı kurulmuştur.
Dönemin estetik bakımından en dikkat çekici ve -zaman içinde İstanbul’un sembollerinden birine dönüştüğü için- en kalıcı hamlelerinden biri ise, şehrin dört bir yanına lale bahçeleri açılmaya başlanmasıdır.
İstanbul’da lale aşkının, dönemin Avusturya elçisi Schmidt von Schvarnhorn’un bu çiçeğe duyduğu büyük tutkuyla başladığı söylenebilir. Schvarnhorn’un, elçilikte bulunan özel bahçesinde yurt dışından getirtip ektirdiği laleler, kısa sürede tüm Osmanlı ricalinin ve bu arada dönemin sadrazamı Damat Nevşehirli İbrahim Paşa’nın da dikkatini çeker.
İstanbul’da lale aşkının, dönemin Avusturya elçisi Schmidt von Schvarnhorn’un bu çiçeğe duyduğu büyük tutkuyla başladığı söylenebilir. Schvarnhorn’un, elçilikte bulunan özel bahçesinde yurt dışından getirtip ektirdiği laleler, kısa sürede tüm Osmanlı ricalinin ve bu arada dönemin sadrazamı Damat Nevşehirli İbrahim Paşa’nın da dikkatini çeker.
Döneme ruhunu veren, Nedim, Levni gi̇bi̇ büyük sanatçıları himaye eden İbrahim Paşa’nın bu estetik harikalarına bigane kalması mümkün değildi zaten. Kısa sürede kendisi de özel bir lale bahçesi açtı, dahası etrafındakileri de bu konuda sürekli teşvik etti.
Böylece İstanbul, kısa bir süre içinde, bir lale cennetine döndü. Lale yetiştirtiriciliği özel ve özenilen ince bir zevk olarak görülmeye, yetiştirilen farklı renklerdeki lalelere şairane isimler verilmeye başlandı: Gülruhsar, şahbanu, duşize, pehlevi, hürmüz, gülendam, kadeh-i zerrin, şafakgûn, reyhani, elmaspare, sinenuşa ve daha nicesi… Lalenin anavatanı olan Hollanda’dan getirilenlere lülü-i erzak deniyor, yurt dışından getirtilen bir başkası tac-ı kayser diye adlandırılıyor, İran’dan getirilen özel bir cinsinin tek bir soğanına ise 1.000 altına kadar paha biçiliyordu.
Evet, devir tam anlamıyla bir ‘lale’ devriydi ancak dönemin tek sembolü bu latif çiçek değildi. Lale bahçeleriyle, küçük köprülerle, fıskiye ve havuzlarla süslenen köşk ve kasırlar da, döneme belirli bir karakter kazandırmıştır.
Bu dönemde Boğaziçi’nin iki tarafında, başta Büyükdere ve Kandilli’de olmak üzere gezinti yerleri oluşturulmuş, buralarda ve başka yerlerde pek çok köşk ve kasır inşa edilmiştir. Ancak Lale Devri ve özellikle Damat İbrahim Paşa deyince akla bütün bunlardan önce Kağıthane ve orada inşa ettirdiği köşkler gelir. Bu köşklerin en şaşalısı, en ince zevklisi ve ismi günümüze kadar ulaşan en meşhuru ise, Sadabad idi.
Sadabad ve etrafına inşa edilen büyüklü küçüklü diğer köşkler, Lale Devrinin meşhur zevk ü sefa âlemlerinin merkezi konumundaydı. Padişah ve sadrazam başta olmak üzere tüm Osmanlı ekabiri burada bulunup vakit geçirmek için can atıyor, helva geceleri, cümbüşler ve sazlar birbirini izliyordu.
Devrin büyük şairi Nedim, hünkar III. Ahmed’i köşke davet etmek üzere yazdığı şiirinde, Sadabad’ı öyle bir över ki, Büyük İskender’in bile bu güzellik karşısında kendinden geçebileceğini söyler:
Görücek ruh-ı Sikender hele Sadabadı
Oldu parmak ısırıb himmetinin hayranı
Osmanlı ekabiri bu köşklerde zevk ve sefa içinde gününü gün, gecesini gece ederken, dışarda sıradan halk büyük bir sefalet ve asabiyet içinde hayatını idame ettirmeye çalışıyordu. Patrona Halil adlı yeniçeri eskisi bir hamam tellağı fitili ateşleyince asabiyet bir anda isyana dönüştü.
Halk ayaklanıp saray kapısına dayanınca, III. Ahmed, aynı zamanda damadı olan Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’yı gözden çıkarmak zorunda kaldı. Paşanın cesedi sabaha karşı bir öküz arabasıyla saraydan çıkarılıp At Meydanında toplanmış isyancılara teslim edildi. Ancak bu da isyancılar için yeterli olmadı. Sonunda III. Ahmed de tahtan indirildi, yerine I. Mahmud tahta çıkarıldı.
Yeni padişah tahta oturduğunda, ortalık henüz sakinleşmiş değildi. O da, endişe içinde, kendisinden istenen hemen her şeyi ertelemeden yerine getiriyor ancak isyancılardan her gün yeni talepler geliyordu.
Taleplerden biri de, isyana sonradan katılmış İstanbul Kadısı Deli İbrahim’den geldi. Buna göre kadı, dönemin zevk ü sefa âlemlerinin merkezi olan Sadabad’ın ve diğer tüm köşklerin yakılıp kül edilmesini istiyordu.
Bu talep de diğerleri gi̇bi̇ hemen hünkara ulaştırıldı. Haberi alan I. Mahmud’un gönlü bu işe pek razı değildi ancak çok fazla seçeneği de yoktu. Bu arada isyancılar ise, harekete geçmek üzere saraydan haber bekliyordu.
İşte tam o anda çiçeği burnunda padişah I. Mahmud’un ‘iletişimcibaşı’ siz olsaydınız ne yapardınız? Nasıl bir strateji izlerdiniz? Mesela nasıl bir ‘kamuoyu açıklaması’ hazırlardınız?
Refik Ahmet Sevengil’in İstanbul Nasıl Eğleniyordu? adlı leziz kitabını okuyanlar, bu sorunun yanıtını elbette bileceklerdir ama biz işi size bırakalım. Yorumlarınızı bekliyoruz…